veronika ölmek istemiyor
slovenya’nın nerede olduğunu bilmiyorlarsa ljubljana bir mit olmalı
İlk defa 16 yaşında okudum bu kitabı. Ne yaşadığımı, ne hissettiğimi pek bilmiyordum ama sayfaları çevirdikçe içimde bir cümle yükseldi: Ben yaşamak istiyorum.
O günden beri, her sene bir kere daha okudum. İlk cümleleri ezbere bildiğim halde…Bazı kitaplar değişmez. Ama sen değişirsin. Her okuyuşta başka bir yerine takılır gözün, çünkü her yıl başka bir yerinden kırılmışsındır. Bu kitap beni ben yapan taşlardan biri. Hani herkesin içinde küçük küçük temel parçalar olur ya, bir kısmı sevdiğin bir müzikten, bir kısmı çocukken izlediğin bir filmden, bir kısmı da… böyle bir kitaptan gelir. Benim için Veronika Ölmek İstiyor tam da bu. Evet, kitabın ismi Veronika Ölmek İstiyor. Ama… ben hep başka bir isimle andım bu hikâyeyi.
Çünkü aslında mesele ölmek değil. Yaşamanın neye benzediğini kimsenin anlatmaması.
Bu hikâyeye her döndüğümde, sanki aynı sokaktan bir kere daha geçiyor ama her seferinde başka bir pencereye bakıyormuşum gibi hissediyorum. Veronika Ölmek İstiyor bir kitap değil sadece — içimdeki bazı odaları ilk kez açan bir anahtar gibi. Çünkü orada, akıl hastanesinde geçirdiği o günlerde, Veronika sadece “ölmek istiyorum” demiyor. “Yaşamak istiyorum, ama nasıl?” diyor. “Kim olmak istiyorum? Bu dünyada bana ayrılan yer neresi?”
Hayat bazen tıkır tıkır işliyormuş gibi görünür. Kendini hiç sorgulamayacak kadar meşgulsündür. Ama sonra bir sabah uyanırsın ve bir yerin hafifçe acır. Sebepsiz. Sanki ruhunun bir yeri morarmış gibi. İşte Veronika’nın hikâyesi tam orada başlıyor. Her şeyin yolunda göründüğü ama hiçbir şeyin içini doldurmadığı yerde. Dışarıdan bakınca “mutlu” sanılan bir hayat… Renkli kıyafetler, düzenli günler, kusursuz gibi duran ilişkiler… Ama en çok da o sessiz yorgunlukla sürdürülen rutinler. Veronika’nın içinden geçenler, bir kahve buluşmasında anlatılamayacak kadar derindi.
“O hapları aldığımda nefret ettiğim birini öldürmeye çalışıyordum. İçimde başka sevebileceğim Veronikalar olduğunu bilmiyordum.”
Kitap, bana hepimizin içinde biraz vitriol olduğunu öğretti. Yani, içten içe bizi zehirleyen, duvar gibi örülmüş düşünceler, bastırılmış arzular, “ben böyle olmamalıyım”larla dolu raflar… Ve bu raflarda unutulmuş ne çok şey var. En sevdiğin rengi bile sırf biri beğenmedi diye terk etmişliğin, bir hayali, bir kıyafeti, bir kahveyi…Çünkü biri beğenmedi diye. Çünkü “normal” değildi diye.
Kimimiz deliliğini bastırmak için, sürekli “normal” gibi yapıyor. Kimimiz ise zaten fark edilmeyeceğim diyerek daha da sessizleşiyor. Ama akıl hastanesindeki karakterler bana şunu hatırlattı: Gerçek delilik, belki de en çıplak cesaret biçimidir. Orası sanki gerçekliğin maskesiz hâliydi. Toplumun “dışarıda kalması gerekenler” diye sınıflandırdığı insanlar, aslında kendi iç dünyasını duyabilen, ona sahip çıkan kişilerdi. Dışarının dayattığı düzenin değil, kendi ritminin peşinden gidenlerdi. Ve o yüzden, deli olmak belki de ilk defa bu kitapta bana korkunç değil…özgürlük gibi geldi.
En çok da… Toplumun çizdiği sınırlar hakkında düşündürüyor kitap. Kim deli, kim normal? Neye göre? Bir kravat takmak mı akıllılık? Yoksa bir ağacın altına oturup sadece nefes almayı seçmek mi delilik? Toplumun “deli” dediği insanlar belki de kendini duymaya cesaret edenlerdi. Zaten birini “normal” yapan şeyin ne olduğu hâlâ çok belirsiz değil mi? Kimin tanımlarıyla yaşıyoruz? Ne zaman “ben böyleyim” dedik de, sesimiz kimsenin sesiyle karışmadı? Kaç kişi gerçekten kendi hayatını yaşıyor ve kaç kişi başkalarının çizdiği bir senaryoyu oynuyor?
Evet, belki ben de deliyim. Belki bazen fazla hissediyorum, fazla düşünüyorum, fazla anlam yüklüyorum. Ama işte o fazlalıklar sayesinde hayattayım. O fazlalıklar sayesinde yaşadığımı hissediyorum. Veronika gibi, bazen hiçbir şey hissetmemek istiyorum. Ama sonra… bir müzik denk geliyor, bir dizi sahnesi, bir arkadaşımın ses tonu — ve bir anda tekrar buradayım diyorum. İstemediğim bir hayatı yaşarken değil, anlamlı gelen bir satıra tutunurken hissediyorum yaşadığımı. Hayatta kalmak başka, yaşamak başka. Anlam bulmak, içindeki sesi duyabilmek… başka.
Kendi dünyasında yaşayan herkes biraz delidir. Her delilik, önce yalnızlık gibi gelir. Belki de yalnız değilizdir, sadece çok az konuşulmuştur bazı konular.
Veronika, bir haftalık ömrü kaldığını sandığında ilk defa kendine gerçekten bakmaya başladı. Ne sevdiğini, neye kızdığını, kimi düşündüğünü, kendisini bile şaşırtacak kadar net öğrendi. Ve aslında… yaşamak istediğini fark etti. Biz bu yüzleşmeyi, bu açıklığı neden bir ölüm ihtimaliyle sınırlı yaşıyoruz? Neden hep büyük sarsıntılardan sonra dönüyoruz kendimize?
“Bir şey sana saçma geliyorsa, belki sadece yeterince anlamamışsındır.”
Toplum kuralları, giyilen kıyafetler, masaya konan çatal bıçaklar… Hepsi bir oyun gibi bazen. Ve bu oyunda “kuralları sorgulayan” herkes biraz dışlanıyor. Ama ya gerçekten olması gereken buysa? Ya deli olanlar değil de, “deliymiş gibi yapanlar” eksikse?
Veronika’nın bir haftası, kendi hayatımın yüzlerce haftasına sızdı. Her yıl başka bir yaşımda onu tekrar okumak, sanki eski bir arkadaşın mektubunu yeniden açmak gibi. Biraz sitemli, biraz umutlu, biraz kalbinin sesiyle dolu. En çok da, “Ben hâlâ buradayım.” diyen bir şey var içinde. Bu kitabı her sene okumamın sebebi ölüm hakkında konuşması değil. Hayat hakkında bu kadar derin konuşabilen nadir kitaplardan biri olması. Ben Veronika Ölmek İstiyor’u her okuyuşumda biraz daha yaşamaya ikna oluyorum. Çünkü sonunda, hep aynı cümleyle baş başa kalıyorum:
“Eğer öleceksem bile, en azından bana ait bir hayat yaşamalıyım.”
Belki de en başından beri sorulması gereken soru buydu, “Hayatta kalıyor muyuz, yoksa gerçekten yaşıyor muyuz?”
Kitabın en vurucu tarafıysa, Veronika’nın ölmek üzere olduğunu sanarak yaşama dair her detayı daha net görmeye başlaması. Bu, bana hep yaşamanın aslında bakabilmekle ilgili olduğunu düşündürdü. Dışarıyı değil, içini görebilmekle. Gülüşlerinin arasına sıkışmış yalnızlığı, her şey yolundaymış gibi anlatılan hikâyelerin içindeki sızıları fark edebilmekle.
Bu kitabı her elime aldığımda, karar vermem gerektiğini hatırlıyorum. Sırf yaş alıyorum diye değil, sırf herkes bir şeyleri rayına oturtmuş gibi davranıyor diye değil, sırf zamandan korktuğum için de değil. Sadece… bir şeyleri hissettiğim için. Bir şeyleri değiştirmek istediğim için. Ve artık sırf “mantıklı” olanı seçmekten yorgun düştüğüm için.
Bazı kararlar, geri dönülmez gibi görünür. Ama insan kalbi, en karmaşık saat mekanizmasından bile daha karmaşık. Bir şeyi çok isteyebilirsin ama o şey geldiğinde artık istemeyebilirsin. Bu bir çelişki değil, büyümenin ta kendisi. Veronika bir noktada, intiharına pişman oluyor. Çünkü bazen karar almak kolay, ama o kararın ağırlığını taşımak çok zor. “İstemiyorum artık” demek, zayıflık değil. Yeni bir sayfa açmanın ilk satırı olabilir.
Belki de bu sebepten bu kitap, yıllardır defalarca döndüğüm bir liman. Çünkü her dönüşte, kendime biraz daha yaklaşıyorum. Çünkü Veronika, ölmek istemiyor. Ben de istemiyorum. Bu yüzden, sana kitap önerisi değil, bir hatırlatma bırakıyorum. Hayattasın. Ve bu yetmezmiş gibi… farkındasın da.
Veronika ölmek istemiyor çünkü hayat, bazen tam uçurumdayken güzelleşmeye başlıyor. Ve biz de, hep beraber, uçurumun kenarına sandalyelerimizi atıp manzarayı izlemeye koyuluyoruz. Hayata küçük küçük tamam demeyi öğreniyoruz. Aynı yere geliyoruz belki, ama başka bir hâlimizle. Daha yumuşak, daha anlayışlı, belki de daha cesur bir versiyonumuzla. Aynı yerde dönüyoruz ama aynı şekilde dönmüyoruz.
Veronika ölmek istemiyor.
Yaşamak sadece nefes almak değil, anlam bulmak, fark etmek, kendi hayatının içinde kendi sesini duymak demek. Sırf diğerleri istiyor diye değil, sırf öyle yapılıyor diye değil… Gerçekten, içinden gelen sesi duyduğunda ve ona kulak verdiğinde yaşamak başlıyor.
Galiba ben hâlâ buradayım.
Galiba ben hâlâ hissediyorum.
Galiba ben hâlâ… yaşamak istiyorum.
İyi ki buradasınız.
Ve iyi ki… hâlâ buradayız.
bu yazi elimin altinda olsa cizilmedik satir birakmazdim buyuk ihtimalle ❤️🩹
uzun süredir okumak isteyip sürekli ertelediğim bir kitaptı, o kadar güzel yorumlamışsın ki bu gecemi bu kitaba ayırıyorum senin sayende